David Hume Felsefesi

David Hume Felsefesi 1
Sevgi Paylaşmaktır :)

David Hume, İngiliz empirizm yaklaşımını temsil eden düşünürdür. Locke ve Berkeley’le başlayan bilginin eleştirilmesi işlemi, Hume’un felsefesinde doruğuna ulaşır.

Ona göre, bilincin içindekiler, fikirler (ideler) ve izlenimler (duyumlar) diye ikiye ayrılır. İzlenimler deyince Hume, duyum ve duygulanımları anlar. İdelerse, izlenimlerden daha az canlı olan hatırlama ve hayal gücü unsurlarıdır. Düşünme, duyularla edindiğimiz malzemeyi birleştirmek, değiştirmek, genişletmek ya da daraltabilmektir. Tüm idelerimiz, izlenimlerin temeli üzerinde meydana gelir ve canlı olan izlenimlerin soluklaşmış yansılarıdır. Şu hâlde süjede bulunan her şeyin kökü, mutlaka deneydedir.

Deney temel alındığına göre, insanlar nesneleri aynı biçimde duyumlayacaklarından hiç yanılmamaları, hep doğru bilgi elde etmeleri gerekirdi. Ama bazen yanlış bilgiler edinebiliyoruz. Bunun nedeni, izlenimlerin ideler hâline geçmesi işleminin önce hafızada olmasıdır. Hatırlanan izlenimler ilk şiddetlerini kaybettiğinden, bazen izlenimleri yanlış ideler hâline getiririz. Bu yanlışlığın yapılmasında asıl rolü hayal gücü oynar. Böylece Hume, çağrışım psikolojisini bilgi kuramına temel olarak alır ve çağırışımın ana kanunlarını (benzerlik, aykırılık, mekân ve zaman bakımından yakınlık) neden – etki bağlılığı olarak belirler.

Cisimler dünyasının varlığını bile, ancak bir olasılık olarak kabul edebiliriz. “Var olma” ile “algılanmış olma” aynı şeydir. “Var olma”, algılanmanın bize verdiği bir kanıdır. Doğruluk, ancak algılar arasında doğru bağlantıların kurulmasıdır. Bu bağlantılarsa, çağrışım yasalarına göre kurulur. Duyumlar bize sadece nitelikleri, durumları ve etkinlikleri gösterir. Bunları ortadan kaldırırsak, geriye ruh da dahil hiçbir şey kalmaz. Dış çevrenin varoluşu, olsa olsa nedensellikle kanıtlanabilir. Fakat bu yol da güvenilir değildir.

Cevher yoktur; çünkü cevher idesine karşılık olup ona temel teşkil edecek bir izlenim yoktur. Oysa tüm idelerin temelini izlenimler oluşturur. Aynı şekilde neden – etki bağlantısının da kaynağı olabilecek bir izlenim yoktur. Örneğin “a olayını”, “b” olayının nedeni saymaya kalkarsak, ne a’nın algısında ne de b’nin algısında bir nedensellik bağı bulamayız. Algılayabildiğimiz, sadece bu iki olayın birbirinin ardından geldikleridir. O hâlde nedensellik de cevher gibi hiçbir zaman algılanamaz, ancak düşünülebilir. Nasıl oluyor da bizde böyle bir fikir var? Aynı “b” olayının, “a” olayının ardından geldiğini birçok kereler görünce bizde bir alışkanlık duygusu uyanıp yerleşir. Böylece bir izlenimden doğan bir fikri, bir zorunluluğu kavradığımızı sanarak “a” ve “b” olayları arasındaki ilgiden sayarız. Sübjektif bir bağlantıyı objektifleştiririz.

Bu düşüncesiyle Hume’un empirizmi, deney bilimleri bakımından bir şüpheciliğe varmış oluyordu. Bu anlayışta, deney bilimleri olguları saptamakla yetinecek, bunun dışına çıkıp zorunlu bağlantıları kavramak isteyen bir teoriye gitmeyecektir. Gerçek nedensellik ilgileri hiçbir zaman kanıtlanamaz; ama bunlara inanmak pratik yaşam bakımından gereklidir. Doğa yasası, yani olgular arasındaki tekrarlanmaları çok muhtemel olan ilişkiler, olaylar arasındaki kesin bir bağlılık değildir.

Hume’un nedensellik ilkesini eleştirmesi, iki açıdan önemlidir: Birincisi, bu eleştirinin, doğa bilimlerinin dayandığı ana temeli yıkma tehlikesi göstermesidir. İkincisi, Kant’ın bu eleştiriye büyük önem vermesidir.

Kaynak: Emine Yamanlar, Felsefe Tarihi, Ders Kitapları Anonim Şirketi, 2000

Yorum Bırak

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir