Kuram veya teori, sistemli bir biçimde düzenlenmiş birçok olgu ve olayı açıklayan ve bir araştırma alanına temel oluşturan kurallar ve yasalar bütünüdür. Sanat alanında da konuyla ilgilenen düşünürler; sanatın genelgeçer bir tanımını vermek, sınırlarını çizmek ve bir şeye ‘sanat eseri’ dememizi mümkün kılan nitelikleri belirlemek için bir takım kuramlar üretirler. Güzel Sanatlar sınıflamasına temel oluşturan ve sonrasında bu sınıflamayı eleştiren tartışmalar da, sanat kuramları ile bağlantılıdır.
Temel Sanat Kuramları
Sanatın ve sanat eserinin doğasını ve niteliğini açıklamaya çalışan geleneksel kuramları; Sanatçı Merkezli, Eser Merkezli, Alımlayıcı Merkezli ve Toplum Merkezli Yaklaşım olmak üzere dört ana grupta inceleyebiliriz. Bunların hepsinden beslenen ve aynı zamanda bu kuramları eleştirerek sanatla ilgili yeni tartışmalar başlatan yaklaşımları da ‘Çağdaş Sanat Kuramları’ başlığı altında görelim.
Sanatçı Merkezli Yaklaşım
Bu yaklaşım; eseri, sanatçının yaratıcılığı, dehası ve yeteneği ile ilişkilendirir. Bu yöndeki düşünceleri, sanatçının duygu ve tercihlerini merkeze alan Romantizm akımıyla birlikte değerlendirerek kuramlaştıran, Fransız düşünür Eugene Veron’dur. Sanatçı merkezli yaklaşıma örnek olarak Tolstoy ve Freud’un kuramları verilebilir. 19. yüzyılda yaşamış Rus yazar Tolstoy, ‘Duyguculuk’ olarak adlandırılan bir yaklaşımı benimsemişti. Ona göre sanat, sanatçının duygularının aktarımı yoluyla insanla insan arasında gerçekleşen ilişkinin araçlarından biridir. Psikanalizin kurucusu Avusturyalı bilim adamı Freud ise sanat eserini, sanatçının iç dünyasının dışavurumu olarak görmüş ve eserini inceleyerek sanatçının ruh halinin analiz edilebileceğini öne sürmüştür.
Sanatçı Merkezli Yaklaşıma bir başka örnek Sezgicilik’tir. 20. yüzyılın başında Benedetto Croce tarafından kuramsallaştırılan anlayışa göre sanat; yaratıcı, bilişsel ve ruhsal bir edimdir. Sanat etkinliğinin en önemli unsuru, sanatçı ve onun yaratıcılığıdır. Sanat, sanatçının kendi imge ve sezgilerini ifadeye dönüştürdüğü bir tür bilgidir.
Eser Merkezli Yaklaşım
Eseri; biçim, düzen ve kurgu ögeleriyle değerlendiren bu yaklaşımın merkezinde sanatçı değil, eser yer alır. Fransız düşünürler Saussure, Levi-Strauss ve Barthes ile İsviçreli sanat tarihçisi Wölfflin; sanatta anlam üretiminin kaynağını biçim olarak görmüştür. ‘Biçimcilik’ olarak adlandırılan bu anlayışa göre bir sanat eserine özgünlüğünü, bireyselliğini, iç bütünlüğünü kazandıran bütün ögeler biçimseldir. Sanat eserinin estetik olarak kavranmasını sağlayan etken, biçimdir.
Alımlayıcı Merkezli Yaklaşım
Alımlama Estetiği Kuramı olarak bilinen bu yaklaşıma göre, sanat eserini izleyen/dinleyen/okuyan kişinin yani eseri alımlayanın duygu ve düşünceleri merkezdedir. Alımlama Estetiği, eserin sadece bir biçimler yığını ve kurgudan oluşmadığını, alımla- yıcının düşünsel ve ruhsal dünyasıyla buluşup kendisini izleyen kişi tarafından bir anlamda yeniden yaratıldığını öne sürer. Alımlama Estetiği’ni kuramlaştıran Iser ve Jauss gibi düşünürler; alımlayıcıyı, yaratım sürecinin çok önemli bir unsuru olarak görmüşlerdir. Günümüzün sanat anlayışı, büyük oranda alımlayıcı kuramı destekleyen örnekler sergiler. Katılımcı sanat, kamusal alanda sanat ve izleyici ilişkisi, izleyiciyi sanatın içine dâhil eden performans gösterileri bu tür üretimlerdir.
Toplum Merkezli Yaklaşım
Toplum Merkezli Yaklaşım biçimleri iki kuram çerçevesinde geliştirilmiştir. Bunlar Yansıtmacılık Kuramı ve Marksist Kuramdır.
Yansıtmacılık Kuramı
Yansıtmacı (öykünmeci/taklitçi/mimetik) Kuram; sanatı bir yansıtma, benzetme ya da taklit olarak görür. Platon’la başlamış ve 18. yüzyıla kadar önemini korumuştur. Bu kurama göre sanat, nesneleri ve doğayı taklit ve temsil etmek suretiyle yaşamı yansıtır. Bu anlamda, bir sanat eseri temsil ettiği şeyin gerçeğine ne kadar benziyorsa o kadar başarılı kabul edilir. Platon, duyularımızla kavradığımız ‘görüngüler dünyası’ ve zihinle kavradığımız ‘idealar dünyası’ olmak üzere iki dünyadan bahseder. Görüngüler dünyası, sürekli bir oluşum-deği- şim halindedir; dolayısıyla bu dünyadan elde edilen bilgi kalıcı, değerli, genellenebilir bir bilgi değildir. Sanatçının görevi görüngüler dünyasını olabildiğince aslına sadık kalarak yansıtmaktır. Zamandan ve mekândan bağımsız olan ve zihinle kavranabi- len ‘idealar dünyası’ ise genellenebilir olan, kalıcı, değişmez, ölümsüz, gerçek bilginin kaynağıdır. Görüngüler dünyasındaki her şey, idealar dünyasındaki asıllarının yetersiz birer kopyasıdır (mimesis). Bu durumda sanat ve sanatçı, kopyanın kopyasını sunduğu için, Platon tarafından değersiz olarak nitelendirilir.
Platon’un öğrencisi olan Aristoteles ise bu olumsuz yaklaşımın tersini benimsemiştir. Aristoteles’e göre sanat, ideaların bilgisini sunabilecek yeterliliktedir; yani sanattan elde ettiğimiz bilgi geneli ya da özü yansıtan kalıcı ve değerli bir bilgidir. Aristoteles, Platon’dan farklı olarak, ideaların duyu dünyasında var olduğunu düşünür. Bu, sanatçının tek tek görüngülerden yola çıkarak genel olanın bilgisine ulaşabileceği anlamına gelir. Aristoteles için sanat, hayatın olduğu gibi kopya edilmesi değil; olması mümkün olan daha güzel, daha erdemli, insana daha çok yaraşır bir hayatın yansıtılmasıdır.
Marksist Kuram
19. yüzyıldan sonra Yansıtmacı Kuram’ın bir başka türü olan Marksist Estetik gündeme gelir. Marksist Kuram’ı ilk defa bir estetik kuram haline getirmeye çalışan Plehanov; Marksist felsefenin temel fikri olan, olayları maddi ve ekonomik nedenlerle açıklamak ilkesini, sanat kuramına uyarlamıştır. Bu anlayışa göre, günlük yaşamın ve insanlık hallerinin imgeler yoluyla esere yansıtılması esastır. Marksist Estetik’in ikinci aşaması olarak geliştirilen Toplumcu Gerçekçilik anlayışında ise sanatın ne olduğundan ziyade, ne olması gerektiği üzerinde durulur.
Ana hatlarıyla yukarıda özetlediğimiz sanat kuramlarına farklı perspektiflerden yaklaşarak yenilerini eklemek mümkündür. Ancak, zorunlu ve yeterli koşullarını kesin biçimde belirleyerek sanatı tanımlamak yani olmazsa olmaz koşullarını kesin sınırlarla çizerek sanatın özüne ilişkin her koşulda geçerli bir tanım vermek mümkün görünmemektedir. Bu kuramlar belli noktalarda yetersiz kalmaktadır. Soyut eserlerde görüldüğü üzere, kimi müzik parçaları ya da resimler herhangi bir şeyi taklit ya da temsil etmezler. Kimisi anlamlı biçime sahip değildir, kimisi de bir şeylerin ifadesi değildir. Yani ‘taklit’, ‘anlamlı biçim’ ve ‘ifade’ gibi özellikler bütün sanat eserlerinde mutlaka görülebilen türden özellikler değildir. Bazı özellikler ise sanat kategorisinde değerlendirilemeyecek alanlarda da karşımıza çıktıkları için sanatın mutlak özellikleri arasında değerlendirilemezler. Örneğin reklamlar, duyguları harekete geçirmede çoğu kez başarılıdırlar ancak bunlar sanat eserleri olarak değerlendirilemezler. Benzer şekilde, yas tutmak kederin ifadesidir ama bu ifade sanat eseri değildir. Birbirini takip eden kilometre işaretlerinin sergilediği düzen de anlamlı bir biçim olarak değerlendirilebilir ama sanat eseri olarak değerlendirilemez.
Sanatın niteliği değişime uğradıkça ve sınırları genişledikçe, sanat kuramları da yeni bakış açılarına ihtiyaç duymaktadır. Günümüzde klasik anlamdaki sanatın sonuna gelindiği yönünde görüşler tartışılmaktadır. Bu aşamadan sonra ya yeni bir sanat anlayışına doğru yol alınacağını ya da sanatın kendini tekrar etmek veya sanat sayılamayacak değersiz üretimlerle kendi sonunu getirmek dışında bir seçenek kalmadığını öne süren farklı görüşler bulunmaktadır.
Çağdaş Sanat Kuramları
Mademki bu sanat kuramları sanatı tanımlamada başarısız olmaktadırlar, o halde sanatın tanımını yapmak olanaklı mıdır? Konuyla ilgilenen düşünürlerden biri olan Morris Weitz, beklenilen doğru sanat kuramının hiçbir zaman gelmeyeceğini ve ‘sanatın doğası nedir?’ sorusunu başka sorularla değiştirmek gerektiğini savunmuştur. Öne sürülen sanat kuramları, sanatın gerçek tanımının yapılabileceği yönünde temel bir yanlış anlamaya dayandıkları için yetersiz kalmışlardır. Oysa sanatın zorunlu ve yeterli özelliklerinin keşfedilmesi hiçbir zaman olanaklı olamayacaktır. Weitz’a göre bu kuramları sınamanın bir yolu bulunmamaktadır. Doğrulama ya da yanlışlamaya uygun değildirler. Weitz, sanatın tanımlanmasını mümkün kılacak zorunlu ve yeterli koşulların olmadığını vurgular ve sanatın kapalı değil, açık bir kavram olduğunu ileri sürer.
Doğru soru, ‘sanat nedir?’ yerine ‘sanat’ kavramı ne tür bir kavramdır?’ sorusudur. Başka bir deyişle estetikte esas amaç bir kuram oluşturmak yerine sanat kavramının dildeki kullanımı aydınlatmaktır. Yani sanat ve sanatla ilgili kavramların dildeki işlevini, bunları doğru kullanma şartlarını açığa çıkarmaktır. Bunun için, sanatların paylaştığı ortak bir öz bulma arayışından vazgeçilerek bunun yerine sanat eserlerinin birbirleriyle olan benzerlikleri üzerine düşünülmelidir. Müziğin, heykelin, resmin, şiirin, dansın ve diğerlerinin paylaştığı, tüm bunları ‘sanat’ yapan ortak bir öz yoktur. Bulabileceğimiz şeyler yalnızca bunlar arasındaki benzerlik ağıdır. ‘Sanat’ açık bir kavram olduğu için yeni şartlar, yeni sanat biçimleri, yeni sanat hareketleri, akımlar çıkmaya devam edecektir. Sanatın tanımlayıcı özelliklerini bulmak mantıksal olarak olanaklı değildir.
20. yüzyılın sonlarına doğru geliştirilen sanat tanımları sanatın özüne ait özelliklerini aramak yerine birbiriyle ilişkisi bağlamında anlaşılan ba- ğıntısal özelliklerini araştırmış ve bu doğrultuda sanatı karmaşık bağıntısal özellikler bütünü olarak tanımlamıştır. Ancak, sanatın özüne ilişkin bir tanım yapılmasının olanaksızlığı, bizi sanatın tanımlanamaz olduğu sonucuna götürmez. Sanat toplumsal, tarihsel ya da kurumsal doğasından yola çıkılarak tanımlanabilir. Bu tür bir tanım da bağıntısal ya da dışsal bir tanım olacaktır. Sanatın özünün bağıntısal olduğunu savunan felsefecilerin başında Arthur Danto, George Dickie ve Jerrold Levinson gelir. Bu düşünürlere göre bir şeyin sanat sayılabilmesi sanat dünyasına bağlıdır. Sanat eseri, bir sanat dünyasına sunulacak şekilde yaratılmış türden bir insan yapımıdır. Bir şeyi sanat eseri yapan unsur, bu eserin daha önceki sanat eserleriyle olan ilişkisidir.
Andy Warhol’un Brillo Kutuları
Arthur Danto 1964’te yazdığı ‘Sanat Dünyası’ adlı makalesinde popüler kültürün ünlü Amerikalı sanatçılarından olan Andy Warhol’un yapıtlarından Brillo Kutuları’nın hangi gerekçelerle bir sanat yapıtı olarak kabul edildiğini tartışır. Yazıda şu soru sorulmaktadır: “Eğer Warhol’un Brillo Kutuları görünüşte olağan Brillo kutularından ayırt edilemiyorsa nasıl oluyor da biri sanat yapıtı olabiliyor?” Danto’ya göre bunun nedeni belirli bir sanat kuramının olmasıdır. Yani herhangi bir şeyi sanata dönüştüren etken, sanatın ne olduğuna ilişkin felsefede yatmaktadır. Sanat olarak sunduğunuz şeye ait felsefi bir açıklamanız varsa, ortaya koyduğunuz şey her ne ise sanattır. Sanat dünyası, belirli nesnelerin birer sanat yapıtı olmasını sağlamaktadır. ‘Sanat dünyasının içine sokulmuş olmak’, Danto’ya göre, bütün sanatların özünü oluşturan şeydir. Yani, Weitz’ın iddiasının aksine, sanatın özünden söz etmek olanaklıdır. O hâlde Brillo Kutuları’nı sanat yapan şey bir sanat kuramı olacaktır. Sanat dünyasını ve sanatı olanaklı kılan her zaman için sanat kuramları olmuştur. Demek ki Brillo Kutuları’nı sanat sayabilmek için dönemi bilmek, örneğin çağdaş New York resim tarihinden anlamak gerekmektedir. Elde bir kuram olmadan Brillo Kutuları’nın sanattan sayılması pek beklenemez.
Kurumsal Sanat Kuramı
George Dickie, Arthur Danto’nun görüşünü belirli yönden geliştirerek ‘kurumsal sanat kuramı’ anlayışını ortaya atmıştır. Bu anlayışa göre bir şeyi sanat eseri yapan o şeyin nasıl göründüğü, duyulduğu ya da hangi malzemeden yapıldığı gibi içsel özellikleri değil bu şeyin bir kurumla nasıl ilintili olduğudur. Buna göre ‘sanat’ denen kurum olmadan sanat eserlerinden söz edilemez. Dickie’nin ve Danto’nun görüşü ‘sanat dünyası’ kavramının belirsizliği ve yapaylığı nedeniyle eleştirilmiştir.