Bu başlık altında edebî türler, belirleyici özelliklerine göre sanatsal yazılar ve düşünce yazıları olarak iki grup altında betimlenecektir.
Sanatsal (Kurmaca) Yazılar
Sanatsal yazılarda bir düşüncenin veya duygunun anlatımında yaratma, yeniden oluşturma söz konusudur. Sanatsal yazılar nesnel yaşamın gerçeklerinden esinlenerek kurmaca bir dünyayı yansıtır ve insana, insan gerçeğini bir kurgu içinde sunarak özdeşim kurdurur. Sanatsal yazılarda, sanatçının iletisi ile okurun anladığı farklı olabilir. Bu farklılık yanlışlık olarak değerlendirilemez. Bu tür yazılarda ileti, yaşamla çok yönlü bağlantıları olan, okurun kendine göre yorumlayacağı çok anlamlı bir çağrışımdır.
Sanatsal yazılar, zaman zaman birbirlerinin anlatım tekniklerinden yararlansa da şiir ve düzyazı olmak üzere iki ana türde yazılabilir. Şiir dışında düzyazı ile yazılan sanat yazılarının en belirginleri olarak öykü, roman, tiyatro türleri örnek olarak verilebilir.
Şiir
Ortak bir tanıma ulaşılamayan türlerden biri olan şiir; zengin sembollerle, ritimli sözlerle, seslerin uyumlu kullanımıyla ortaya çıkan, hece ve durak bakımından denk ve kendi başına bir bütün olan edebî anlatım biçimi, manzume, nazım, koşuk olarak tanımlanmaktadır.
Sanatsal yazı türleri içinde şiir en eski tür olarak nitelendirilmektedir. Şiirde çağrışım, imge, duyu¬lar, sezgi ve duygular önemli bir yer tutmaktadır. Anlatım ise düzyazı türlerine göre daha kapalı, söy-leyiş daha ritmik ve algılar daha ön plandadır. Şiir ve düzyazı arasındaki en temel fark çağrışım ve im-gelerin kullanımı ile dizelerin kümelenişi, uzunluk kısalık durumu ve uyak dizilişi gibi yapısal özellik-lerde ortaya çıkar. Şiirin biçimsel özellikleri olan uyak ve ölçü ile sözcüklerin kullanım biçimi şiirde müzikal bir etki yaratır.
Şiir Türleri
Şiirler içerdikleri konulara göre; Lirik, Epik, Didaktik, Pastoral, Satirik, Dramatik Şiir olmak üzere altı türe ayrılmaktadır.
- Lirik Şiir, duyguları coşkulu bir dille anlatan şiirlerdir. Aşk, özlem, acı, ölüm benzeri duyguları dile getiren Lirik Şiir dünya edebiyatında olduğu gibi bizim edebiyatımızda da en yaygın şiir türleri içindedir.
- Epik Şiir, bir ulusun başından geçen olayları, savaşları, büyük göçleri, ayaklanmaları, toplum ile ilgili sorunları, doğal afetleri, olağanüstü olayları ve bu olaylarda kahramanlık gösterenleri, yurt sevgisini coşkulu bir dille anlatan uzunca şiirlerdir.
- Didaktik Şiir, bilgilendirme, öğüt verme, bir düşünceyi açıklama amacı güden şiirlerdir.
- Pastoral Şiir, doğayı, doğa güzelliklerini ve bunları sevdirmeyi amaçlayan, çobanların yaşamını, aşklarını, üzüntülerini anlatan şiirlerdir.
- Bir olayı, durumu tiyatro gibi şekilde canlandıran şiirlere Dramatik Şiir denir. Eski Yunan’daki tragedyalar ile başlayan Dramatik Şiir, günümüzde manzum tiyatrolarla varlığını sürdürmektedir.
- Satirik Şiir, bir kimseyi, bir düşünceyi, bir durumu açık ya da kapalı biçimde, iğneli bir dille, eleştirme yönü ağır basan şiirlerdir. Divan edebiyatında Nef’î, halk edebiyatında Seyrani, Pir Sultan Abdal, Tanzimat Dönemi’nde Ziya Paşa, yeni Türk edebiyatında, Neyzen Tevfik; Satirik Şiir örnekleri veren şairler arasında sayılabilir.
Öykü (Hikaye)
Öykü, yaşanmış ya da yaşanması olası olayları, durumları bir kurgu biçiminde anlatan yazınsal bir türdür. Öykü, Avrupa’da 14. yüzyılın ilk yarısında İtalyan yazar Boccacio’nun Decameron adlı kitabı ile ortaya çıkmıştır. Kitapta kullanılan genel hikâye tekniğinin Doğu kaynaklı olduğu belirtilir.

John William Waterhouse – The Decameron
Türk edebiyatı, Dede Korkut Hikâyeleri’nden sonra; Bin Bir Gece ve Bin Bir Gündüz Masalları ile Kelile ve Dimne gibi eserlerle Arap ve Fars edebiyatından beslenmiştir. 19. yüzyıla gelindiğinde ise Türk öykücülüğünde Batı etkisi görülmektedir. Sami Paşazade Sezai, Nabizade Nazım, Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf, Hüseyin Rahmi Gürpınar bu dönemin önemli öykü yazarlarındandır.
Öykü, Tanzimat Dönemi’nde edebiyatımıza girdiğinde Arapça “ha ka ve” kökünden türeyen “hikâye” olarak adlandırıldı. Bu dönemde roman da hikâye olarak ifade ediliyordu. Hikâye sözcüğünün anlatı ve hatırda kalanların anlatılması karşılığında da kullanılması, kendine özgü nitelikleri olan bu türü ayırt etmek için 1960’lardan sonra “öykü” sözcüğünün önerilmesine yol açtı. Ancak günümüzde eş anlamlı olarak her iki sözcük de kullanılmaktadır.
Öykünün dört ögesi vardır: Olay ya da durum, kişiler, yer ve zaman. Buna göre, olay ya da durum öykünün konusu olarak düşünülebilir. Kişiler, öyküdeki olay ya da durumun kahramanlarıdır. Yer, öyküde olayın geçtiği, yaşandığı çevredir. Zaman ise öykünün başlangıç, gelişme ve bitişini kapsayan süredir.
Olay Öyküsü ve Durum Öyküsü
Öyküler kuruluş biçimlerine göre Olay Öyküsü ve Durum Öyküsü olarak ikiye ayrılır. Olay Öyküsü, adından da anlaşılacağı gibi olay ağırlıklıdır. Olay Öyküsü’nde serim, düğüm ve çözüm aşamaları vardır. Girişte kişi, olay, zaman ve yer gibi ögeler kısaca okura tanıtılır. Gelişme bölümünde olay ya da olaylar okurun merak duygusunu canlı tutacak biçimde aktarılır, ayrıntılar üzerinde durulur. Sonuç bölümünde ise düğüm çözülür, olay bir sona bağlanır. Türk edebiyatında Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Yakup Kadri, Orhan Kemal, Necati Cumalı bu türde eser vermiş yazarlarımızdandır.

Edebiyatımızda Durum Öyküsü Temsilcilerinden Sait Faik
Durum Öyküsü ise yaşamdan bir kesit sunan ya da belli bir insanlık durumunu belli bir ortam içinde veren öykü biçimidir. Durum Öyküsü’nde okur, günlük yaşamdan seçilmiş, değişik durumlarla karşılaşır. Olay ya da gerilimin yerini belli bir ortamdan kaynaklanan izlenimler, çağrışımlar alır. Bir durumu yansıtma amacı taşıdığı için serim ipuçlarına rastlanmaz. Öykünün bir sonucu, bir çözümü de olmayabilir. Öykü sonuç istemeyecek biçimde sonlandığı için okur, öykünün bitmediğini düşünebilir. Durum öyküsünde yazar, sıradan insanların öykülerini anlatır ve bunun için de gündelik konuşma dilinde yazar. Türk edebiyatında Memduh Şevket Esendal bu türün öncüsüdür. Sait Faik de bu türü deneyen yazarlarımızdandır.
Durum Öyküsü’ne Kesit Öyküsü, Modern Öykü ya da bu öykü türünün kurucusu sayılan Rus yazar Çehov’un adından dolayı Çehov Tipi Öykü de denilmektedir.
Roman
Roman, yaşanmış ya da yaşanması olası olayları, durumları kurmacaya dayalı olarak anlatan düzyazı türüdür. Romanın konusu da insan ve yaşamın kendisidir. Roman, iç içe geçmiş birçok öyküden kurulmuş gibidir. Sanatsal yazıların temel niteliği olan kurmaca ve öznel anlatım roman için de geçerlidir. Romanın insanın, toplumun ve çevrenin değişimlerine kendini uyduracak esnek yapısı en temel türsel niteliğidir.
Romanlar içeriklerine (konusuna), yazarın sanat ve edebiyat anlayışına ve okur topluluğuna göre, çeşitli türlere ayrılır. Türler kişilere ve bakış açılarına göre farklı adlar altında kümelendirilebilmektedir.
Batı’da, “roman” sözcüğü ilk önceleri destan türüne karşılık olarak ele alınmıştır. Destan, çoğunlukla bir topluluğun, roman ise kişilerin serüvenlerini dile getirmeyi yeğler. Destan topluluğa, roman ise kişiye öncelik veren bir tutum sergiler. Bu bağlamda ele alındığında romanın Batı edebiyatına özgü olduğunu ifade etmek gerekir.
Cervantes‘in 17. yüzyılda yazdığı Don Quijote (Don Kişot) adlı eseri gerçek anlamda ilk roman örneği olarak kabul edilir.
Türk romanı Tanzimat Dönemi’nde ortaya çıkmıştır. Tanzimat Dönemi’nde yani 1860’lı yıllarda gazetecilik ve tercüme alanında yürütülen çalışmalar, Türk romanının ortaya çıkışında önemli roller üstlenmiştir. ilk Türkçe roman Şemsettin Sami‘nin Taaşşuk-u Talat ve Fitnat (Talat ve Fitnat’ın Aşkları) adlı eseridir.
Tiyatro

William Shakespeare
Tiyatro, edebî bir tür olarak sahnede canlandırılmak üzere yazılmış eserlerin ortak adıdır. Batılılar tarafından, tiyatronun kaynağı M.Ö. 7. ve 6. yüzyıllarda bolluk ve bereketi kutlamak için şarap ve bereket tanrısı Tanrı Dionysos adına düzenlenen şenliklere bağlanır. 17. yüzyıldan itibaren tiyatro sadece manzum bir edebî tür olmaktan çıkarak düzyazıya (mensur) doğru gelişme göstermiştir. Bu gelişmede Batı’da Shakespeare‘in önemli bir rolü ve katkısı olmuştur.
Tiyatro sahnede canlandırılmak üzere kurgulandığı için seyirciye yöneliktir. Göze hitap etmesi ve kulağa seslenmesi yönünden diğer sanatsal yazı türlerinden farklıdır. Anlatımında hareket olması yönüyle öykü ve romanla benzerlik gösterirken tiyatro eserinde, öykü ve romandaki betimlemelerin yerini gösterme alır.
Tiyatro eseri; yazar, oyuncu, sahne, izleyici dörtgenine göre yazılır. Tiyatro eserinin temel anlatım biçimi konuşmadır. Konuşma, bazen tek başına, kendi kendine konuşma (monolog) biçiminde, bazen de karşılıklı konuşma (diyalog) biçimindedir. Konuşmanın dışında betimlemelerden de yararlanılır. Betimlemeler, tiyatro eserinde yeri ya da kişileri kısaca tanıtmak amacıyla yapılır.
Türk edebiyatında Batılı anlamda tiyatro, Tanzimat ile başlar.
Düşünce Yazıları
İnsanları, bir konu üzerinde düşündürmeyi, tanıştırmayı, bu yolla gerçeklere ulaştırmayı, amaçlayan yazı türlerine düşünce yazıları denir. Yazar okuru ele aldığı konu hakkında bilgilendirmek veya o konuya ilişkin düşüncelerini paylaşmak ister. Düşünce yazıları sanatsal boyutlu yazılar değildir; bir gözlem, deneyim ya da araştırmaya dayalı yazılardır. Yazarın sanatlı anlatım kaygısı yoktur.
Düşünce yazıları genellikle deneme, fıkra, eleştiri gibi öznel yanı bulunan ve genellikle gazete çevresinde oluşan yazılardır. Anı, günlük, gezi, özyaşam öyküsü gibi türler ise kişisel hayatı konu edinen düşünce yazıları olarak kabul edilmektedir.
Düşünce yazılarında bilgi vermek, düşünceyi kanıtlamak ve izlenimleri yansıtmak amaçlandığı için açıklayıcı, tartışmacı ya da betimleyici anlatım biçimlerinden yararlanılır.
Makale
Makale, herhangi bir konuda bilgi vermek, bir düşünce ya da konuya açıklık getirmek, yeni bir görüş ve düşünceyi ileri sürmek, ele alınan konu üzerinde yapılan inceleme ve araştırma sonuçlarına göre veriler sunarak bu yeni görüş ve düşünceleri kanıtlamak amacıyla bilimsel ağırlıklı gazete ve dergi yazısıdır.
Makale, gazetecilikle doğmuş, gazetecilikle birlikte gelişmiş bir yazı türüdür. Makale türü, ilk özel gazete olan Tercüman-ı Ahvalde Şinasi’nin yazmaya başladığı makalelerle Türk basınına girmiştir.
Fıkra

Nasreddin Hoca
Fıkra sözcüğü, Türkçede iki tür anlatıyı karşılar. Bunlardan ilki ince anlamlı, güldürme amacı güden kısa öykülerdir. Bu tür fıkralarda gerek kahramanların davranışları ve düşüncelerinde gerekse taşıdıkları mizah ögeleri ve dilde ulusal kültürü yansıtan izler vardır. Edebiyatımızda bu tip fıkraların en bilinenleri Nasrettin Hoca, Bektaşi, Bekri Mustafa ve İncili Çavuş fıkralarıdır
Fıkra sözcüğünün bir anlatı türü olarak ikinci anlamı, gazete ya da dergilerde yayımlanan, belgelendirme ve kanıtlama gereği duyulmadan günlük olayları, ülke sorunlarını veya yazarın bir konu hakkındaki görüşlerini çeşitli yönlerden inceleyen ve yorumlayan kısa yazılardır. Bu tür fıkralar günümüzde köşe yazısı olarak da tanımlanmaktadır.
Türk edebiyatında gazete fıkracılığı, 19. yüzyılda gazetenin ortaya çıkışıyla başlamıştır. 20. yüzyılın başlarında özellikle gazeteciliğin gelişmesi, gazete yazılarının çeşitlenmesi ve Batı edebiyatının da etkileriyle fıkra, bir yazılı anlatım türü olarak yaygınlık kazanmış ve belirginleşmiştir. Türk edebiyatında; Ahmet Rasim, Falih Rıfkı Atay, Yaşar Nabi Nayır, Burhan Felek, Hasan Ali Yücel diğer yazı türlerinin yanı sıra fıkraları ile de tanınmış isimlerdir.
Eleştiri
Yazılı anlatım türü olarak Eleştiri, bir sanat eserini çeşitli yönleri ile inceleyip açıklamak, anlaşılmasını sağlamak ve değerlendirmek amacıyla yazılan yazılardır. Eleştirinin temel sorumluluğu eser hakkında bilgilendirmektir. Bir eleştirmenin bir eseri eleştirirken olabildiğince öznellikten uzak durması ve eseri belirli ölçütlere göre bir amaç doğrultusunda değerlendirip yazması beklenir.
Eleştiri sözcüğü, tenkit ile eş anlamlıdır ve Fransızcada yargılamak anlamına gelen “critique” teriminin karşılığıdır.
Eleştirinin kendine özgü kuralları olan bir anlatım türü olarak benimsenmesi Tanzimat Dönemi’yle başlar. Tanzimat Dönemi edebiyatçılarından Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa bu türün öncüleridir. Ömer Seyfettin ve Yahya Kemal eleştiri kuramı ve eser eleştirisi çerçevesinde yazılar yazmışlardır. Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nda eleştirmenliğiyle ön plana çıkan ve öznel eleştiri anlayışıyla dikkat çeken ilk isim olan Nurullah Ataç, Eleştiri üzerine görüşleriyle de eleştirinin bağımsız bir tür olması konusunda önemli katkılar sağlamıştır. Ataç’ın öznel eleştiri örneklerine karşın Memet Fuat ve Suut Kemal Yetkin nesnel özellikte eleştiriler yazmışlardır. 1960 sonrası Türk edebiyatında eleştiri türleri giderek çeşitlenmiştir.
Deneme
Herhangi bir konuyu yeni ve kişisel görüşlerle ele alarak etkili bir anlatımla sunan düzyazılara Deneme denir. Deneme, okuyucuyu düşündürmeyi amaç edinmesi nedeniyle makale ve fıkra gibi düşünsel boyutları olan bir yazı türüdür. Ancak belirli bir düşünceyi benimsetmeye çalışmaması nedeniyle fıkradan; belgelere, tanıklara yer verme zorunluluğu olmaması açısından makaleden; belirli bir sonuç ve yargıya varmama yönüyle de eleştiriden ayrılır. Öte yandan deneme yazılarında, anı ya da günlük türünde rastlanan bir içtenlik ve gelişigüzellik havası vardır. Her konuda yazılabilmesi, deneme türünün en belirgin özelliğidir.
Bu türün öncüsü olan 16. yüzyıl Fransız yazarı Michel de Montaigne, yazdığı metinlerin, kişisel düşünce ve deneyimlerinin iletilmesine yönelik parçalar olduğunu vurgulamak için “denemek, girişmek, teşebbüs etmek, kalkışmak” anlamlarına gelen “essai” sözcüğünü kullanmıştır.
Batı edebiyatında en tanınmış deneme yazarları Fransız edebiyatında, bu türün kurucusu sayılan Montaigne, İngiliz edebiyatında Bacondur. Türk edebiyatında Ahmet Rasim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nurullah Ataç, Sebahattin Eyuboğlu, Suut Kemal Yetkin, Nermi Uygur, Mehmet Fuat, Salah Birsel, Vedat Günyol gibi isimler; sanat, edebiyat, psikoloji, felsefe, din, hayat üzerine denemeler yazmış yazarlarımızdan bazılarıdır.
Söyleşi – Sohbet
Söyleşi, yazarın kendi eğilimleri doğrultusunda seçtiği herhangi bir konu hakkındaki görüşlerini, konuşma doğallığı içinde anlatan düşünce yazılarıdır. Söyleşi türünde yazanlar, bir konu hakkında kendi düşüncelerini dile getirirken başkalarının aynı konu için farklı görüşleri olabileceğini göz önünde bulundurarak yazarlar. Konuşma doğallığı içinde yazıldığı için söyleşi türünde yazar, devrik cümlelere bolca yer verir ve okura konuya ilişkin sorular sorar; şiirlerden, atasözlerinden, deyimlerden, özdeyişlerden yararlanır. Söyleşi yazarı bilimsel makale yazan bilim adamı gibi nesnel olmak zorunluluğu taşımaz, görüşlerini okurlarıyla paylaşmaya çalışır.
Söyleşi türünün Türk edebiyatındaki geçmişi çok eski değildir. Söyleşi türü zaman zaman deneme ile karıştırılmaktadır. Söyleşi denemeye göre daha uzun yazılardır. Söyleşinin edebiyatımızdaki temsilcileri arasında Ahmet Rasim, Ercüment Ekrem, Peyami Safa, Suut Kemal Yetkin, Nurullah Ataç, Melih Cevdet Anday, Şevket Rado’yu anabiliriz.
Röportaj
Bir tür olarak röportaj, tanınmış bir kişiyi, yeri ya da sanat dalını geniş okur kitlelerine, kendi görüş ve düşünceleriyle birleştirerek araştırma, inceleme yoluyla tanıtan, ayrıntılı bilgi veren yazılardır.
Röportaj, genellikle gazete ve dergilerde yayımlanmakla birlikte son yıllarda televizyon, radyo hatta internet ortamında da oldukça yaygın bir çalışma alanına ulaşmış ve gazeteciliğin önemli bir dalı olmuştur. Röportajı haberden ayıran ve onu edebî bir tür olarak gören Yaşar Kemal konuya ilişkin görüşlerini şöyle dile getirir: “Röportaj bir edebiyat sayılabilir mi? Bu soruyla çok karşılaştım. Röportaj bir edebiyat dalı sayılmak ne, röportaj bal gibi edebiyattır. Onu haberden ayıran nitelik, onun edebiyat gücüdür. Haber bir yaratma değildir, bir taşımadır. Aslında röportaj taşıma anlamına geliyor ya, yanlış, o taşıma olan haberdir, hem de en gerçek anlamıyla. Röportaj bir yaratmadır. Gerçeğe, gerçeğin, yaşamın özüne yaratılmadan varılamaz. Yaratmadan hiç kimse hiçbir şekilde gerçeği yakalayamaz, yakalarsa da karşısındakine anlatamaz. Haber gerçek değil mi? Bence haber gerçeğin gölgesidir. Haberin arkasında neler var, neler dönüyor, ne yaşamlar, dramlar, sevinçler var, haber bize bunu veremez. Röportaj haberin varamadığı yere varandır, ama nasıl, yaratarak, gerçeği değiştirerek değil yaratarak”.
Günümüzdeki şekliyle ilk röportaj örnekleri Ruşen Eşref Ünaydın’ın Atatürk’ü dünyaya ve Türkiye’ye tanıtan ilk görüşme olarak kabul edilen “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal’le Mülakat”tır.
Gezi Yazısı
Yazarın gözlem ve bilgiye dayalı olarak, gezip gördüğü yerleri çeşitli yönleriyle, özenli bir anlatımla yansıttığı yazıya gezi yazısı denir. Gezi yazıları edebiyatın yanı sıra tarihin, sosyolojinin, antropolojinin, ekonominin, coğrafyanın ve bilimin de ilgi alanına giren bir türdür.

Evliya Çelebi
Gezi yazıları, dünyanın bütün toplumlarında çok yaygın olan ve başlangıcı Eski Çağlara dayanan bir türdür. Dünya yazınında Italyan Marco Polo ve Arap Ibni Batuta 14. yüzyılda gezi yazılarının önemli örneklerini vermişlerdir. Türk edebiyatında kuşkusuz bu türün en tanınmış yazarı, 17. yüzyılda yazdığı Seyahatname adlı yapıtıyla Evliya Çelebi’dir.
Tanzimat’tan sonra Batı edebiyatı türlerinin de yakından tanınmasıyla gerek çeviri yoluyla Batılı yazarların, gerek doğrudan Türk yazarlarının gezi yazılarının edebiyatımızda sayıca artmaya başladığı görülmektedir. Cumhuriyet Dönemi’nde özellikle Cumhuriyet düşüncesine bağlı olarak ortaya çıkan Anadoluculuk ve memleket edebiyatı, Anadolu coğrafyasını, insanını, kültürünü, tarihini, yaşama biçimini ön plana çıkarmıştır. Buna bağlı olarak da Anadolu’nun değişik yerlerini ele alan gezi yazıları dikkat çekmeye başlamıştır.
Anı – Hatıra
Bilim, sanat, politika alanında ün yapmış kişilerin yaşadıkları olayları ya da yaşadıkları dönemin önemli olduğunu düşündükleri özelliklerini gözlemlerine, izlenimlerine ve bilgi birikimlerine dayanarak anlattıkları yazılardır.
“Anı” sözcüğü, “anmak” fiil kökünden türetilmiş bir isimdir. Arapça “hatıra” kelimesi de “hatırda kalan, hatıra gelen” anlamındadır. “Anı”, “hatıra” “hatırat” kelimelerinin bugünkü anlamda dilimizde kullanılması ve bir türü karşılamak üzere kavramlaşması oldukça yenidir.
Anı yazılarının asıl gelişme gösterdiği dönem 17. ve 19. yüzyıllardır. Victor Hugo’nun Gördüklerim, Verlaine’ın itiraflar, Tolstoy’un itiraflarım adlı eserleri türün Batı’daki örneklerindendir.
Türk edebiyatında bugünkü anlamda anı türü ancak Tanzimat’tan sonra edebî ve siyasal örnekleriyle yaygınlaşmaya başlamıştır. Tanzimat Dönemi’nde Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci, Sami Paşazade, Ahmet Rasim, Halit Ziya Uşaklıgil bu türde örnekler vermişlerdir.
Günlük
Kişinin kendi algı ve bakış açısına göre günü gününe yazılan, üzerinde yazıldığı günün tarihi bulunan yazılara ve bu yazılardan oluşturulan yapıtlara günlük denir. Günlükler yazıldığı andaki duygu ve düşünceleri, değişikliğe uğramadan bugüne taşırlar. Günlük yazarı yaşadığı anı içtenlikle anlatır. Günlükler bir anlamda yazarın kendisi ile konuşması, iç dökmesidir.
Batı’da 19. yüzyılda büyük artış gösteren bu türün önemli örnekleri arasında Franz Kafka’nın Günlükler’i, Andre Gide’in Günlük’ü, Albert Camus’nün Defterler’i, Virginia Woolf’un Bir Yazarın Günlüğü, Stefan Zweig’ın Günlükler’i sayılabilir.
Bir anlatı türü olarak Tanzimat’la birlikte edebiyatımıza giren günlüğün ilk örneği Direktör Ali Bey’in Hindistan’a yaptığı gezinin izlenimlerini içeren Seyahat Jurnali (1897) adlı eserdir. Günlük türünün asıl gelişimi 1950 sonrası Nurullah Ataç ile başlar. Salah Birsel de bir başka önemli günlük yazarıdır.
Biyografi
Edebiyat, sanat, spor, sosyal ya da fen bilimleri gibi kendi alanlarında tanınmış, ün yapmış, okurun ilgisini çekecek kişilerin yaşam öykülerini araştırarak okuyana bilgi vermeyi amaçlayan yazı türüdür. Yaşam öykülerinin belli bir uzunluğu yoktur; bazen bir fıkra kadar kısa bazen de bir roman kadar uzun olabilir.
Edebî yaşam öyküsü tarzında yazılan yaşam öyküleri tanınmış kişilerin yaşamının yazınsal bir değer taşıyacak şekilde yazılmasıdır. Bu tür yazımda araştırmacının belgeselci kimliği ile yaratıcı kimliği birleşir.
Batı’da bağımsız bir tür olarak yaşam öyküsünün öncüsü, M.S. 46-120 yılları arasında yaşamış olan Yunanlı yazar Plutarkhos ve onun pek çok tanınmış ismi anlattığı Paralel Hayatlar adlı eseridir. Rönesans’la birlikte bu türde yazılan örnekler artmaya başlar. Stefan Zweng’in Dünya Fikir Mimarları adlı eseri 20. yüzyıl dünya edebiyatında yer alan önemli bir örnektir.
Otobiyografi
Bilim, sanat, siyaset, spor gibi alanların herhangi birinde tanınmış kişilerin kendi yaşamlarını anlattığı yazı türüdür. Özyaşam öyküsü birinci kişinin ağzından anlatılır. Bu yönüyle anı türüne benzer ancak anı türündeki gibi dönemini yansıtma kaygısı yoktur. Yazar, merkeze kendisini alır ve zamansal sıralamaya dikkat ederek, gerçeğe bağlı kalarak, doğal ve yalın bir dille kendi yaşamını yazar. Kendini, yaşamını anlatan yazardan nesnel olması beklenemez.
Aziz Augustine tarafından M.S. 397 yılında yazılan itiraflar, Batı kültürünün ilk otobiyografik anlatısı olarak kabul edilir. 19. yüzyılda Jean Jacques Rousseau tarafından kaleme alınan itiraflar ise bugünkü anlamda otobiyografinin ilk örneğidir. Türk edebiyatında özyaşam öyküsü türünde yapıtlar oldukça azdır.